”Bir kaç günlüğüne, alıp başımızı dağ-bayır-orman sesi dinlemeye ne dersin?” diyen arkadaşıma mı yoksa şeytana mı uydum bilmiyorum ama düştüm yine bilmediğim yollara. Neymiş? Dinlenmeye gidiyoruz! Adresi bile vermek taraftarı değil, çok eğlenirmişiz, ben şimdi durduk yerde sorar da sorarmışım – ne gerek? Takıl bana hayatini yaşa dedi sırıtarak. “Eee nasıl gidiyoruz, kimler geliyor, ben Prens olmadan mümkün değil, çıkmam öyle uzun bir tatile, yok yok Ben kendi arabamla gelirsem gelirim ancak” dediysem de yanıt olarak sadece “pasaport’unu almayı sakın unutma” ile merakıma yenildim ve 4 günlük bir gezi için düştük yollara.
Tabii Prens ve diğer 12 cariyesiyle birlikte. Sırt çantam arkamda, yatağım omzumda, yürüyüş ayakkabılarım bir yerlerde asılı, Prens ayaklarımın altında sağdan sola dolanırken biz İsviçre(!) dağlarını arşınlıyoruz.
Öyle dediğime aldanmayın sakın, doğa ile yapayalnız filan değiliz, aksi ne mümkün? Attığın her adımda yanı başında bir inek veya bir öküz beliriyor. Allahtan ortalıkta kurt yok, onun yerine göz alabildiğince her yere cereyanlı telleri yerleştirmişler. Olurda bir el atacak olursan ömründeki son yarim saati titreyerek geçiriyorsun. Hani tüm canlılar sevilir ya, yok valla öyle büyükbaş hele birde “düttt-hoopp – hau ab” dan anlamayan hayvanları ben hiç sevmedim.
Bastığım her yer çimen sanıyordum meğer çimenden ziyade sımsıcak gübrelere bulanıyormuşum, Igghhhh iğrenç üstü iğrenç. Ben otel beklerken varış noktamız çok ilginç ahşap bir kulübeydi. Su, cereyan var ama radyo yok. Ocak yok. Hatta kahve bile yok! Tatil diye hepsi birlik olup beni kandırmışlar!!! İş paylaşımı yapmak gerekli. 13 kişide el atmalıydı, ne o öyle biri dinlenirken diğerleri çalışacak değillerdi herhalde degil mi? “Ben yemek yaparım” dedim. Demez olaydım, “Sen ateş yapmasını da biliyorsundur” diyerek beni mutfakta istiflenmiş odunların arasında bir kibritle bırakıp çekip gittiler.
Ne zor şeymiş ateş yakmak. Üflüyorum – püflüyorum ama bir parlayıp sonra anında sönüyor. Neticede yaktım ama ortalık çok bir berbat oldu, göz gözü görmüyor, dışarıdaki sis sanki mutfağın bacasından tüm evi kaplamış, hem o yakılan ateşle yemek bile pişirilemezmiş, “Harlı” ateş lazımmış” bana da temiz hava lazım diyerek” pişirilmeden neler yenebilir hesabini yapmaya başladım.
Tatil derken kendin pişir kendin ye, sakin kirletme yoksa kendin temizlersin, türünden yaptığım bu ilk tatilin her ne kadar zorlukları olsa da çok hoş yanları da vardı. Henüz yeni sağılmış ilik sütün kokusunu duymak; Başka zaman içmediğim kahve türünün Tarzanvari versiyonunu tanımak; Dağdan gelen buzlu su altında duş alırken sessiz kalmayı öğrenmek; Odun kesmek – yarmak, hele de ateş yapmayı becerip o ateşte birde yemek vs. pişirebilmek; her ne kadar basit görünse de felaket zor, çok zor bir hayat.
Günlük yürüyüşlerden sonra duş almak, buz gibi suyla diş fırçalamak ve bunları yaparken herkesin birbirini “O da titriyor mu acep?” diye dikizlenmesini yok sayarsak… Evet, kısa ama felaket zor bir tatil geçirdim diyebilirim. Olurda geri dönerim diye, Prens için şiir bile yazmışlar bizimkiler. Güya beni kalmaya ikna edecekler; tzzzzz şiir yazmasalardı da zaten ben yine kalacaktım, onca yağmurdan sonra araba çamura saplanmıştı.
Dönüşte, yanımızda duran İsviçre plakalı bir araba ile ayni kırmızı ışıkta bekliyoruz. Rafet El Roman’ın “Yalancı Şahidim” ini dinliyoruz, bir ara yandaki arabanın cami aşağı iniyor, el kol hareketleriyle ıslık çalıyor birileri. “Anaaa, siz Türk müsünüz gurbane?” diyen vatandaş ile ailesi bizimle arabadan arabaya hasret gideriyorlar.
”Bu sene izine gidemedik ama seni gördük ya, sanki Türkiye’deymişiz duygusuna kapıldık” Offfff ya Of! Gel de nara atma! Yolda tanıştıkları insanları dahi evlerine konuk etmekten onur duyan, başka hangi milletin bu kadar sıcacık misafirperver insanları vardır? Medenileşme adına geleneklerimizden uzaklaşmaya dolu dizgin giderken yurtdışında hiç tanımadığım bu aile hâlâ yüreğimde, sevgiyle anıyorum kendilerini, dilin kemiği olmadığı ilk Blog yazımla yeni yılın herkese Mutluluk getirmesi dileğiyle.